ÇİNCE

ayrıldık ya, ateşini söndürdüm, uçuçböceklerini yaktım
içim cız etmedi mi, etti, allah kahretsin
gözlerime uçaklar düşmedi mi, düştü, allah kahretsin
gül yapraklarını tuvalet kağıdı yaptım, yıldızların
bodrumda
Nuh'un gemisi sırtımda paramparça
cami kedilerinin yalnızlığından geçindim ve daha bilmem
nelerden
seni unutmak istedim bunca kıskançlığımla
ezogelin çorbanı, arapsaçını
sigara külünü unutmak istedim
unuttum mu, unutamadım, allah kahretsin

ayrılık taş duvar
ayrılık Çin Seddi aramızda
Çin Seddi ne kadar uzun, allah kahretsin


Akgün AKOVA

Bilûra Min

Bilûra min a şîrîn
tu di sariya sibehê
û hingûra êvarê de

Bilûra min a şîrîn
tu di sariya sibehê
û hingûra êvarê de
hevalê bêhevalan,
destbirayê şivan û dilketiyan î.
Dengê te
hêstirên dilên xemgîran,
silava ji hev-veqetiyan,
girîn û zarîna dilketiyan
tîne bîra min.
bilûra min tu î,
xemrevîna terkeserên dinyayê!

Dengê bilûra min,
çiya û zozanên bilind,
kaniyên bi gul û rihan dorgirtî,
guhê şkeft û serê zinaran
guhdarên te ne!
û sira bayê xerbî
te di nav pelên darê de digerîne.

Bilûra min, were emê
bi wî çiyayê bilind re
bi hewa kevin,
û bibin cîranê bayên xurt

û hevalê kimtên wan
yên bi mij û dûman,
û tê de dengê xwe berdin,
û zarîna dengê me
bikeve nav kortal û geliyan
û bêcaniya erdên jêrîn
bihejîne;
û pêlên ava heftreng
ên xemzebaz
nalîna me bigehîne
deşta Sirûç û Diyarbekrê;
û beriya mêrxasên Berazan;
û kalîna berxan
tev şehîna hespan
li me vegerînin.

Bilûra min, binêre û bibihîze!
Roj çû ava,
stêra êvarê bû geş,
kolosên çiyan ên gewr
û hewraniyên wan ên sor û zêrîn
bûne çûn;
û pêlên ava şevê ên reş
ketine deşt û newalan
heta rûyê gir û kepezan.
Di qeraca de
kevir piyê şevgera dixapînin
û bêdengiya şevê de
pêjna lingên mêrxasan tê.

Bilûra min,
dengê xwe berde!
Dinya, mîna zarokekî berşîr,
ket dergûşa xwe;
Dengê xwe berde, bilûra min,
û jê re bilorîne,
xema wê birevîne!
Bilûra min tu î.

Xemrevîna terkeserên dinyayê;
û li rohelatî
dema ko dinya hişyar dibe
ji xew radibe
ji me re
strana azadî û serbestiya
Kurdistanê
binehwirîne,
û dengê wê stranê, bila,
mîna tîrêjên rojê ên pak û zêrîn
bikeve nav dil û guhên me.
Bilûra min,
Tu î xemrevîna dilketiyên welêt.


Celadet Alî BEDIRXAN

Nicedir Özlemişim


Nicedir özlemişim
Bu rüzgarı
Hani Doğu'da eser
Bahar akşamları

Nicedir özlemişim
Bir elma ağacının
Dibine oturmayı

Nicedir özlemişim
Şoseleri,dağları

Nicedir özlemişim
Bir dosta sarılıp
Ağlamayı


Ataol BEHRAMOĞLU

Hasretinden Prangalar Eskittim



Seni, anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.

Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...

Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara,
Akan yıldıza,
Bir kibrit çöpüne varana,
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.

Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamlardan,
Bir kadeh, bir cıgara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...


Ahmed ARİF

Aşk Bitti


Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da
Uzun bir hastalık gibi
Aralıksız dinlediğim alaturka bir fasıl gibi
Gökyüzüne bakmayı, dostlara mektup yazmayı
Çiçekleri sulamayı unutmuşluğum gibi
Bitti.

Bir aşk nasıl biterse öyle bitti bu aşk da

Yürümeyi yeniden öğrenen felçli bir çocuk gibi
Sokağa çıkmalıyım şimdi ve çoktandır
İhmal ettiğim dostlara yeni bir adres bırakmalıyım
Pencereleri açmalı, kitapları düzenlemeliyim
Belki bir yağmur yağar akşama doğru
Yarıda bıraktığım şiirleri tamamlarım

Aşk da bitti diyordu ya bir şair
Aşk bitti işte tam da öyle

Ahmet TELLİ

Bildiğim Bir Şarkı Var


Merhametsiz karanlık içindeyim
Ne zaman güneş doğacak bilmiyorum
Mavi denizlere mor dağlara karşı
Bildiğim bir şarkı var onu söylüyorum

Bildiğim bir şarkı var onu söylüyorum
Bütün şarkılar gibi kederli
Sokaklar, caddeler, evler bomboş
Yokluğun sırtıma saplandı bir bıçak gibi

Yokluğun sırtıma saplandı bir bıçak gibi
Akıtır taşa, toprağa kanımı
Dünya seninle aydınlık ve güzeldi
Şimdi bin güneş doğsa götürmez karanlığımı

Şimdi bin güneş doğsa götürmez karanlığımı
Yanmaz elinin değmediği ışıklar
Gel, o şarkıyı beraber söyleyelim
Tut ellerimden beni aydınlığı çıkar

Tut ellerimden beni aydınlığa çıkar
Yumdum gözlerimi seni düşünüyorum
Mavi denizlere, mor dağlara karşı
Bildiğim bir şarkı var onu söylüyorum


Ümit Yaşar OĞUZCAN

Yerçekimli Karanfil


Biliyor musun az az yaşıyorsun içimde
Oysaki seninle güzel olmak var
Örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi
Bir ağaç işliyor tıkır tıkır yanımızda
Midemdi aklımdı şu kadarcık kalıyor.

Sen karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte
Sen de bir başkasına veriyorsun daha güzel
O başkası yok mu bir yanındakine veriyor
Derken karanfil elden ele.

Görüyorsun ya bir sevdayı büyütüyoruz seninle
Sana değiniyorum, sana ısınıyorum, bu o değil
Bak nasıl, beyaza keser gibisine yedi renk
Birleşiyoruz sessizce.


Edip CANSEVER

Yaz Sonu


Sukürenin perisi sen; sen, taşkürenin avcısı,
Bir kişi daha olsa yanınızda
Siz orda öpüşürken,
Ne diyorum bir kişi daha;
Alamut kalesinde öpüşürdünüz.
Ona göre gelişirdi her şey,
Yeni bir güzelduyu açılırdı
Bir töre cançekişirken.

Karagözlü hançer, sen; sen, mavi bakışlı kılıç,
Unutulmazlarınızı dökerken birer birer,
İki kişi daha olsa yanınızda,
Mihri´nin vuruluşu ve çantası
Ve elindeki tuğla da gelirdi gündeme;
Daha sonra kesilen barsağı, iki metre;
Kediler uzaklaşırdı ısrarla camdan bakan;
Ne diyorum iki kişi daha.

Kavaldan akan gökyüzü, sen; sen, düşten geçilmez bahçe,
Sınıf arkadaşları, şarap ve tüzük kokan,
Dağın Eskisi´ne iki vadiden seslenirken,
Ne diyorum beş kişi daha olsa yanlarında,
Ama her şeye üçünün bileşkesine varan;
Ne bilim-sanatı Hayyam´ın, ne siyaseti Nazım´ın,
Ne yiğitlik, ne aşk... Bir şey kalmazdı tek başına.
Ahırlarımızda her zaman sana ayrılmış bir at vardı.

Ve sen sonunda bir gün çıkar gelirsin diye,
Çok şeyin adı küçük yazıldı;
Silinmez anlar vardır,
Karşı konmaz özlemler,
Ben şimdi ne istediğimi de bilmeden artık
Bağırıp duruyorum ya, şurda,
Sen yaz sonu ilan eden güzel keten,
Güneşten yırtılmış caz, sen!


Cemal SÜREYA

Sizin İçin Kestim Saçlarımı

I

Femme vous suis-je,et de grand sens.
Sizin için kestim saçlarımı.
Yıllardır uzattığım.
Sizin için durdum ilk, dinlendim.
Yıllardir yorduğum.
Açtım sizin için bekledim,
sizin için güldüm bir tek, sustum.
Yıllardir durduğum boşlukta
femme vous suis-je, et de grande songe
indiğim merdivende
gecelere tuttuğum ışıkta
sizin için umdum, umursadım.

Sizin için yaktım bu ateşi,
besledim yıllardır.
Esirgediğim zaman,
gizlediğim tortu
ve tortuda ayrışan bu hayat
sizin için
kamaştığım gün
titrediğim mum
aktığım yatak.



II

Sizin için hazırladım bu masayı,
iki kelimenin ortasında dinsin fırtına.
Sizin için hazırladım bu döşeği,
iki fırtınanın ortasında kuyu uyku.
Sizin için hazırladım bu yemeği,
iki açlığın ortasında körelmez açlık.
Sizin için hazırladım bu bu bakışı,
bu sözü, bu sessizliği - sizin için
hazırlandım.

Sizin için uzattım saçlarımı,
kestiğim.
Sizin için söndürdüm bu ateşi,
yandığım.
Kurduğum bu çadır, bu saat
arındığım su
soyunduğum gece: Sizin için.
Devrilirken tutunduysam
tutuşurken susmam
zemberekte bu Eyyüb
hem cellat hem kurban
sizin için
bir tohum.


Enis BATUR

II


yüzey katında duyguların
avludaki hapishaneyle
baş başa olduğunu düşledim.

yitiminde var olmayan öpüşlerin
kanla lekelenmiş bir giyit üzerinde
sen kötülüğün karşısında yapayalnız.

benzersiz bir ağız dalaşının bengiliğinde
seni kırmızıya buladıklarını düşledim
yıkılmayıp kalmış beyaz bir duvara karşı.

çıplaklığına sarınmıştın, her şeyin
yeni baştan başladığını düşledim
bundan öncekilere hiç benzememecesine.

aşkın doyurulamaz olduğu
yıkımın kesinsizliğinde
gözlerin benimkilerin içinde parlıyordu.

zaman geçtikçe dönüştürüyor bizi
bir vakit olduğumuz şeye, şu beni
adımla çağırdığın günlere

Kepa MURUA

I


bir kaç kelime de olsa konuş benimle
içtenlikliysem sana karşı, istemem hakkımda bir şey
bilesin.uyuyasın öylece.

bu yıkıcı öpücük gibi susasın ki
o biziz.biziz o kaçınılmaz vedadaki
dudak ve köz.

artık çok geç.yok ki bu dünyada
mesafeleri yakıp kül eden pasın
çehresine denk eden bedenler.

güneşsiz ve bulutsuz hava.hep pusuda.
hepsi birer yıl olan günler, kuşku ve günlerle
yüklü ayları barındıran yıllar.

bizi ayıran ve birleştiren belirsizlik
ağıt olmayan bir sözcükle çağır beni
hatıra olmayan , yalnızca gecikmiş bir sözcükle..


Kepa MURUA

KUZGUN




Ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
O acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
Neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
Çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"Bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
Başka kim gelir bu zaman?"

Ah, hatırlıyorum şimdi, bir Aralık gecesiydi,
Örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
Işısın istedim şafak çaresini arayarak
Bana kalan o acının kaybolup gitmiş Lenore'dan,
Meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili Lenore'dan,
Adı artık anılmayan.

İpekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
Korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
Yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
"Bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
Gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
Başka kim olur bu zaman?"

Kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
"Özür diliyorum" dedim, "kimseniz, Bay ya da Bayan
Dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
Öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
Yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
Kapıyı açtığım zaman.

Gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
Şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
Sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
Fısıltıyla bir kelime, "Lenore" geldi uzaklardan,
Sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
Yalnız bu sözdü duyulan.

Duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
İçimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
İrkilip dedim: "Muhakkak pancurda bir şey olacak;
Gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
Yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
Başkası değil rüzgârdan..."

Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman.
Bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
Süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
Kondu Pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
Kaldı orda oynamadan.

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
"Gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
Hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
İlgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
Kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
Böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
Adı "Hiçbir zaman" olan.

Durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
O kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
Sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
Sustu, sonra ben konuştum: "Dostlarım kaçtı yanımdan
Umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
"Anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
İnsaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
Sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
Umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
Hiç -ama hiç- hiçbir zaman."

Çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
Bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
Sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
Sonra Kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
Ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
Çatlak çatlak: "Hiçbir zaman."

Oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
Ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
Durup o Kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
Kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
Elleri Lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
Değmeyecek hiçbir zaman!

Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
"Aptal," dedim, "dön hayata; Tanrın sana acımış da
Meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
İç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

"Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
Korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
Acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

"Şu yukarda dönen gökle Tanrı'yı seversen söyle;
Ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
Azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
Buluşacak o Lenore'la, adı meleklerce konan,
O sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Kalkıp haykırdım: "Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman."

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
Kalkmayacak - hiçbir zaman!


Edgar Allan POE

Sen Beyaz Bir Kadınsın


asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
ben ki tek damla şarap içmedim
ekmeğin beyaz zeytinin siyah
olduğunu biliyorum
asıl büyük sarhoş benim
uzaktaki
benim kusturucu sarhoşluğum
yoksulluğum

yüzüme bakmasan da
yağmura düşürsen de gözlerini
gözlerime bakmasan da ne kadar
o kadar aydınlığın gökyüzüme uzanıyor
uykularımda nefesinin sıcaklığı
o kadar
hangi akşam kapımı çalan sen değilsin
sen değil misin gizli bir kıvılcım gibi
gözbebeklerimde duran
umutsuzlandığım her akşam
senin rüzgârın almıyor mu
uğultulu yorgunluğumu
yoksulluğun eşiğinde kapaklandığım zaman
ellerimden sımsıkı tutmuyor mu senin
iyimserliğin

ben bu tezgâhı kurdumsa senin için kurdum
senin için dokuduğum basma ve pazen
denizin yeşilinden süzdüğüm balık
göğün mavisinden çaldığım kuş
senin için
felsefe okudumsa
iktisat okudumsa gece yarıları
boğazım kurumuş içim bir kalabalık
sıcacık mısralar okudumsa yunus' dan
senin için okudum
geceyarıları


sen beyaz bir kadınsın
uzaktaki
gözlerin aklımdan çıkmıyor
sen beyaz bir kadınsın
karanlıkları dinleyen
uzaktaki
sarmaşıkları duyuyor musun rüzgârda
yorgun başını
üşümüş yastığına koyuyor musun
uyuyor musun


Attila İLHAN

Şiirin Üç Tabii Şekli

Esas itibariyle, şiirin üç tabii şekli vardır: düpe düz anlatan, heyecanla coşan, bir de insanları sahneye koyan. Destan, lirik şiir ve dram. Bu üç şiir tarzı bir arada da olabilir, ayrı ayrı da. Kimi zaman da, en ufak bir şiirde üçüne birden raslanır. Birçok milletlerin en kıymetli baladlarında görüyoruz; ufacık bir parçada üçünün bir araya toplanması harikulade bir güzellik meydana getiriyor. Eski Yunan’ın eski tragedialarında da bu üç şekli bir arada buluruz. Sonra bu şekiller birbirlerinden ayrılırlar. Tiyatroda koro hâkim olduğu müddetçe, lirisma ön plânda gelir; koro seyirci vaziyetine düşünce, diğerleri, destanla dıram, meydana çıkar. Nihayet oyun, mekân ve şahıslar etrafına toplandığı zaman koro fuzulî bir şey gibi sıkıcı olmaya başlar. Fransız tragedİasında eserlerin başlangıçları destan tarzında yazılmıştır, ortası dramdır. Sonuna, aşkla, heyecanla biten beşinci perdeye, lirik denebilir.

Homeros’un kahramanlık manzumesi sadece destandır. Olup bitenleri, şair anlatır; o, söz hakkı vermedikçe, hiç kimse, ağzını bile açamaz. Burada dramın en güzel taraflarından biri olan, karşılıklı konuşmaya müsaade yoktur.

Ama, bu tasnif işi, bir hayli acayiptir. Şiir nevileri, namütenahi denecek kadar çoktur. Bunları yan yana veya üst üste dizen bir nizam bulmak oldukça güçtür. Fakat üç esas unsuru diğer elemanlara karşı koymakla, diğer bir tabirle onların üstüne koymakla ve bu unsurların birinden birinin hâkim olduğu örnekleri aramakla bu işi bir dereceye kadar kolaylaştırmak mümkündür. Şu veya bu tarafa meyleden örneklerin toplanmasından sonra her üç nevi birleştirilir ve halka, kendi içinde kapanmış olur.

Bu yoldan giderek, insan, milletlerin ahlâkı ve tabiatı hakkında fikir edinebilir. Her ne kadar bu usul başkalarına öğretmekten ziyade kendisi için bir ölçü, bir ders, yahut da bir eğlence gibi bir şeyse de gelişigüzel yahut rasgele olan şekillerle, mutlak olan mebdei sarih bir tarzda ayıran bir usuldür. Bu cehit, ilmin, tabiatta madenlerin ve nebatların terkibi ile bunlara ait hadiseler arasındaki münasebetleri tesbit ve bu münasebetlerin tabii bir intizam dahilinde cereyan ettiğini göstermesi kadar güç olacaktır.



GOETHE
(Çeviri: Nimet Danişmend)

Evrensel Şiir

En büyük sanat sisteminden, gene birçok sistemleri içine alan, nefesiyle sanatsız şiir veren çocuğun iniltilerine, öpücüklerine kadar her şeyi içine alır.



Romantik şiir, ilerletici evrensel şiirdir. Onun niteliği, yalnız birbirlerinden ayrılmış şiir türlerini gene birleştirmek ve şiiri felsefe ile söz söyleme sanatına ulaştırmak değildir : Koşuk olanla koşuk olmıyam, olağanüstü eserle eleştirmeyi, sanat şiiri ile tabiat şiirini, kimi vakit karıştırmak, kimi vakit de birbiri içinde eritmek, şiiri canlı ve sosyal kılmak, hayatı ve toplumu şiirleştirmek ister; nükteyi şiirleştirmek ve sanat biçimlerini her türlü an,, yetiştirici gereçle doldurmak, doyurmak ve hıımor’un kanad çırpışlariyle canlandırmak ister; o, bunu istemelidir de.. Evrensel şiir, şiir olan her şeyi bağrına basar; En büyük sanat sisteminden, gene birçok sistemleri içine alan, nefesiyle sanatsız şiir veren çocuğun iniltilerine, öpücüklerine kadar her şeyi içine alır. Evrensel şiir, kendisini öylesine işlenmiş olanda yitirebilir ki, onun biricik işi ve her şeyi, yalnız bu her türlü şiir kişilerinin niteliklerini vermek olduğu sanılır. Böyle olmakla beraber, gene de, yazarın duygularını, düşüncelerini tamamiyle verebilecek yapıda bir biçim yoktur; hem öylesine yoktur ki, yalnız tek roman yazmak istemiş olan sanatçılar bile, hemen hemen yalnız kendilerini işlemişlerdir. Yalnız evrensel .şiir, bir destan gibi etrafım çeviren dünyanın bir aynası, devrin bir tablosu olabiliyor. Bununla beraber, gene de o, en çok, işlenmiş olanla islenecek olan arasında, her türlü gerçek ve ülkücü ilgiden uzak, şiirsel düşüncenin kanadlan üstünde, ortada uçabilir; bu düşünceyi durmadan arttırabilir ve ardıarası kesiîmiyen aynalarda olduğu gibi çoğaltabilir. Evrensel şiir, en yüksek ve her yanlı eğitime, hem de yalnız içten dışarıya değil, dıştan da içeriye erklidir; bu sırada da o, herkese, yarattıkları parçalar halindeki eserlerinde bütün ne olacaksa, parçaları birbirine benzer biçimde Örgenler, bununla da, görüşü, sınırsız genişliyen bir klasisizme açılır. Romantik şiir, sanatlar arasında, nüktenin felsefeye olan ilgisi, hayatta da toplum, görüşme, dostluk ve aşk ne ise, odur. Başka şiir türleri olmuş bitmiştir ve onlar tam parçalara ayrılabilirler. Romantik şiir türü ise hâlâ olmaktadır Evet, bu onun öz varlığıdır; hep oluş halinde olması, hiçbir zaman bitmemesi onun niteliğidir. Onu, hiçbir kuram tamamiyle açıMıyamaz ve ancak, görüp bulan bir eleştirmecinin ancak onun ülküsünü vermeği .göze alabilir. Yalnız evrensel’ şiir sonsuzdur ve yalnız evrensel şiir özgürdür; o, bunu kendisi, şairin, istekleri üstünde hiçbir yasa çekemiyeceğini, kendisine anayasa yapmıştır. Romantik şiir biricik tür olmaktan çok, şiirin kendisidir; çünkü belli bir anlamda, her türlü şiir romantiktir ve romantik olmalıdır.



Friedrich SCHLEGEL
(Çeviri: Melâhat Özgü)

Her İmge Bir Tufan Yaratmalıdır

Şair, sazını eline al... Evet ama, sabah gazeteni okuduktan sonra, saçmalıkları ve bağışlanmayacak pislikleri gördüğünde..


Hiçbir şey söylemeden, alabildiğine konuşmak; şairlere özgü olan buysa eğer, kötü, Bu hiçbir şeyi, şair olmayanların bir şeyiyle karşı karşıya koymak gerekiyor çünkü. Tözde iddialı olmak, yine töz adına bunu zorunlu kılar. Hiçbir zaman şiir olarak adlandırmadığım gerçek şiirsel anlatımla, diğer anlatımlar arasında, düşünceden gevezeliğe kadar varan bir uzaklık bulunur.

Bu arada, şiirsel hiçlik, öylesine evrensel bir kavram haline gelmiş ki, şairlerin dilinden düşürmedikleri, süsleyip püsledikleri bir şey olmuştur. Sonra da bu serabın oyuncağı olmuşlar ve burunları havada, hiçbir şey söylememe hakkına sığınmışlar. Fakat daha fazlasının olanaksızlığı nedeniyle, bu durum, sessizliklerinin de anlamlı olmaya başlamasına dek sürdü. Bir de, gariptir, her zaman, bu optik yanılsamanın kurbanlarından birisi çıkar da, türleri karıştırarak yüreğindekileri söylemeye kalkınca ötekilerin ifrit olduğu görülür. Bir kadının, hayatındaki erkeğe aşk dışında her konuda üstün geldiği gün, eğer bu erkek şairse, tutkusunun nasıl da hemen, tek varlığını açığa vuran sözlerle onu başka birine dönüştürdüğünü; ve bu nedenle çağdaşları arasında arılık payesinden dem vuranların gözünde birdenbire nasıl şüpheyle karşılanan biri durumuna düştüğünü tahmin edebilirsiniz. Türlerin karışmasına gelince...

Tanrı aşkına, siz hiç yangın görmediniz mi? Gecenin ortasında gecelikli kanlar, herifler sıvışırken, ve alevlerle kalaslar yaygaracı bebelerin odalarının üzerine çökerken, entellektüellerin tüm ipekten kağıtları tutuşurken ve pencerelerden altın saatler fırlatılır, mücevher çekmecelerini kivilerin basar ve pelüş kanepeleri kızıl kurtarıcıların suyu ıslatırken, bu yangın, türleri karıştırmanın en iyi örneğini vermiş olmaz mı? İnsanın, içinden geçenleri anlatmak istemesinden doğal ne var! Günün endişeler içinde çırpınan utanç anlayışı, elinde tuttuklarının uygulama için .yetmediği inancındadır. Durum böyleyken, aşk yerine, —bu inançtakilerin kitabına göre— gittikçe yükselen bir sesle politika işitilmeye başlanırsa, işte o zaman kıyamet kopar. Çünkü, kurtçuklar ayağımın başparmağını ezerken, ne pahasına olursa olsun, susmam gerekir.

Şair, sazını eline al... Evet ama, sabah gazeteni okuduktan sonra, saçmalıkları ve bağışlanmayacak pislikleri gördüğünde ve yalnızca askerlik süresine ve Fas savaşına karşı çıkıp, sözde, ihtiyatları itiatsizliğe iten kişiler, bilinmeyen yerlerde otuz yıl, on yıl hapislere çarptırıldığında, bütün bunlara duygulanmak gibi olağanüstü bir yüzsüzlük göstermek yerine, çeneni kapa!

... Şiir yericilerin çok kullandıkları bir formüle göre, kullanım sırasında eşdeğerlilik kazanan ‘şiirsel çözümler’ ya da ‘mizahi çözümler’, hiç de gülünç olmayan anlamsızlıklardır: yeteneksiz kimselerin küçük taklalarına benzerler ve terimlerde çelişki yaratmaktan başka bir. şeye yaramazlar. Yenilerde, kaçış vb. kavramlardan yana olanlar ise, üçüncü sınıf öğretmenlerinin kelime hazinesinden topladıkları bu bayağı aptallıkları, lirik olduğunu sandıklan bir biçimde kullanarak eski etkinliklerine kavuştular. Gezgin satıcılar, biraz, şu matematik anahtarlarını andıran diziyle, tabldottaki beyni sulanmışlıklarla, gezgin satıcılıklar ve sahte şiirlerle tükenmiş bir gençlik, ve boyuna, yinelemenin soslarıyla lekelenmiş bir sistemin peçetesinin düğümlenmesi... Gülmecenin şiir için olumsuz bir koşul olarak kabul edilmesi, açıklıktan uzak bir deyiştir; fakat bu, şiirin olabilmesi için, mizahın, önce karşı şiir soyutlamasını gerektirdiği anlamına gelmektedir. Birden, bir makara iplik, mizahın içinde yaşama kavuşur, eğer şairseniz onu, ansızın güzel bir kadın ya da şarkı söyleyen mercanlar içinde dalgaların fısıltısı haline getirirsiniz; gülmecenin şiirin şartı olmasında dolaylı olarak söylemek istediğim işte buydu. Lautrea-mont’u saymazsak, büyük şairlerde ne büyük bir mizah vardır!

Özü fırtına olan şiirde, her imge bir tufan yaratmalıdır.

Eğer gerçeküstücü yöntem uyarınca kederli budalalıklar yazıyorsanız, ortaya çıkacak olan yalnızca kederli budalalıklardır.

Louis ARAGON
(Çeviri: Erdoğan Alkan)

Yenilikçi Düşünce ve Şairler

Şair, yeni coşkular keşfeden kimsedir; bu yeni coşkulara katlanmak güç de olsa. Her alanda şair olunabilir; yeter ki insan serüvenci olsun ve bulup çıkarmayı göze alsın.

Sanatın malzemesi ve araçlarını meydana getiren şey için, düşlenemeyecek bir bolluğun özgürlüğü içinde olduğumuzu umut elebiliriz. Şairler bugün, bu ansiklopedik özgürlüğün çıraklık dönemini yaşıyorlar. Esin alanında özgürlükleri; bir tek sayfada en çeşitli malzemeleri ele alıp işleyen, en uzak ülkelerde at koşturan günlük bir gazetenin özgürlüğünden daha az geniş değildir. Telefonun, telsiz telgrafın ve uzay karşısında artık çekingenliği kalmayan havacılığın var olduğu bir çağda, şair hiç olmazsa aynı özgürlüğe niçin sahip ve zorunlu olmasın sorusunu kendi kendimize sormalıyız.

Evren gibi, topluluk gibi, millet gibi karmaşık varlıkları, çabukluk ve kolaylıkla tek kelimeyle anlatmayı alışkanlık haline getirmiştir düşünceler. Oysa çabukluk ve kolaylığın şiirde çağdaş anlamda karşılıkları yoktur. Şairler bu boşluğu doldurmak zorundadırlar ve onların yapay şiirleri, ortaklaşa terimler gibi bir araya getirilmiş plastik bir değere sahip olan yeni kendilikler yaratır.

İnsan, makina denen şu şaşırtıcı varlıklarla içli dışlı oldu. Sonsuz derecede küçük olanların alanını didik didik etti. Yeni alanlar da insanın imgeleminin etkinliğine açılıyor. Bu da sonsuz olarak büyüğün ve olacağı haber vermenin alanlarıdır.

Yenilikçi düşüncenin karmaşık, durgun, yapay ve donmuş olduğunu sanmayınız. Doğanın düzenini bile izleyen şair, şişirilmiş boş laflardan bütünüyle kurtuldu. Artık içimizde Wagner Almanyası’nm o dev gibi coşumculuğunun bir yana bırakılmış eski giysisini kendilerinden uzağa atıverdiler; onun göz aldatan parlaklığına, aldanarak, Jean Jacques Rousseau kadar değer vermiştik.

Sanat ancak, günün birinde evren aynı iklim altında yaşarsa, insanlar aynı biçimde yapılmış barınaklarda otururlarsa, aynı söyleyişi taşıyan aynı dili konuşurlarsa, ulusal olmaktan kurtulacaktır; bu da hiçbir zaman olmayacaktır. Etnik ve ulusal farklılıklar edebî anlatımın çeşitliliğini doğurur ve korunması gereken de işte bu çeşitliliktir.

Çağdaş bir şair bir uçağın homurtularını kaleme aldığında, her şeyden önce, zihnini gerçeğe alıştıran şair arzusuna sahip olmak gerekir. Şairin hakikat tutkusu onu neredeyse bilimsel denebilecek notlar almaya iter; eğer şiir olarak ortaya koymak istiyorsa bunlar her zaman gerçeğin gerisinde kalacak, diyelim ki kulak aldatıcı olacaktır.

Yenilikçi düşünce, insanı, bir gelecekten haber vericinin çabası içine girmeye zorluyor.

İşte bunun içindir ki yenilikçi düşünceye göre tasarlanmış eserlerin çoğunda gelecekten haber vericiliğin izlerini bulabiliyorsunuz. Hayatın ve imgelemin tanrısal oyunları yepyeni bir şiirsel etkinliği bütünüyle serbest bırakıyor.

Şiir ve yaratı, olsa olsa tek bir şeydir öyleyse; insanın yaratabildiği ölçüde, icat eden, yaratan kişidir diye şairi adlandırmak gerekiyor. Şair, yeni coşkular keşfeden kimsedir; bu yeni coşkulara katlanmak güç de olsa. Her alanda şair olunabilir; yeter ki insan serüvenci olsun ve bulup çıkarmayı göze alsın.

Çağdaş şairler yaratıcı, keşfedici ve gelecekten haber vericidirler; sahip oldukları ortaklaşmanın en büyük yararı için konuştukları zaman söylediklerinin araştırılmasını isterler. Platon’a doğru dönerler ve ona yalvarırlar; Cumhuriyet’ten sürüp çıkarılsalar bile hiç olmasa onlara kulak verilir.

Yenilikçi düşünce, her şeyden önce, formüllerin estetizminin ve bütün bir züppeliğin düşmanıdır. Böylesi bir okula karşı savaşmaktan yana değildir. Çünkü kendisi bir okul olmak istemez ama simgecilikten ve doğacılıktan bu yana bütün okulları kapsayan büyük akımlarından biridir edebiyatın. Çağının aydınlık kavrayacılığı için; evrenin içi ve dışı konu-sunda yeni görüşler getirmek için, ön ayak olucu düşüncenin yerleşmesi için savaşır...

Yenilikçi düşünce, yaşadığımız çağın yenilikçi düşüncesidir aynı zamanda. Şaşırtıcılıklar konusunda verimli olan bir çağ. Şairler, gelecekten haber vericiliğe; şu bir türlü evcilleştirilemeyen ele avuca sığmaz kısrağa benzeyen şeye boyun eğdirmek niyetindeler.

Guillaume APOLLINAIRE
(Çeviri: Eray Canberk)

BUZUL


O gölde buzlarla çevrilmiş, binlerce yıldır ölüydüm.
Uyandırdın.
Uyandım ve yanmış bir ormanın sisinde buldum uykumu.
Geceye yapıştı gövdem.

Bir buzulun derin ışığından tene akan beyazlık
hatırlattı ;

O gölde yürüdün sen.
Ten ve iz bırakarak.


Bejan MATUR

Rüzgarı Acıtan Doğu




Geldim
Suskun ve kederli
Bıraktım kendimi toprağına
Kalbim bekle diyordu
Bir tapınak bu geç olmadan.
Ama geciktim
Gölgesi kalmış duvarların
Kendileri gitmiş uzaklara

Doğu diyorum bazan
Rüzgârı acıtan doğu
Yeter mi anlamama.
Avunmak için
Dörtlükler ve haritalar
Topladım çantama
Taşlar biriktirdim
Saçlarımı uzattım kahırla.

Senden konuşan
O tuhaf kalabalığın ortasında
Baktım dağ göllerinin derin uykusuna
Görünen tüm yollara baktım
Gücüm yok
Acıyan yaralarını sormaya

Orada
Tanrının biliniyor kuşlar
Kadınlar tanrının biliyor kuşları
Ve soruyorlar ona
Tanrım ne yaptık sana
Kuşlarının kanatlarını mı kırdık
Ne yaptık sana

Tanrı sessiz
Annem kadar sessiz
Bakarak
Neden bekliyorsunuz burada
Diyordu kalanlara

Ah sevgili ten
Neden bekliyorsun burada
Alıp kokunu git
Git
O acı rüzgârın ardından.

Bejan MATUR

Her Kadın Kendi Ağacını Tanır


Sana geldiğimde
Kanatlarını,
Siyah taşlarla örülmüş
O ıssız şehrin üzerinde açacak,
Bulduğum bir ağacın dallarına tüneyecek
Ve acıyla bağıracaktım.

Her kadın kendi ağacını tanır.

Uçtum o gece.
Karanlığın girmeye korktuğu şehri geçtim.
Gölge olmayınca ruh yalnızdı. Uludum.

Bejan MATUR

VEDA





Ne ay ışığı yürüyeceğim,
Ne sessizlik aşk boyunca.

İçimde çırpınan dalganın var ettiği kıyıda
Gömdüm onu
Aşkla.

Bejan MATUR

Gururla Bakıyorum Dünyaya





çünkü isyan bıçağıdır böğrüme saplanan sancı
çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum
ve kederin
ve solgun yüzlü işçilerin üzerine
dağbaşlarının hırçınlığı savruluyor benden.
çünkü beni ateşiyle dimdik tutan kin
çünkü benim gözbebeklerimde tutuşan şafak
miting afişleri
cesur pankartlar
ve binlerce militan
derin denizlerin aydınlığı
zorlu sabahlar
gökyüzü ve lâle
sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata.


çünkü ben sevdiğim kızı
yaşamak gibi
halkım gibi sevdiğim kızı
/ki şiirini yazamayan
ve türküsünü söyleyemeyen halkım gibi
binlerce ve binlerce kurşunlanan halkım gibi
zincirlere vurulan
savaşlara yollanan
vergilere bağlanan halkım gibi
felç ofmuş yalnızlıklara bırakarak
büyük acıların ve gözyaşının içine bırakarak
şiirlerimin bir bıçak gibi ışıldadığı
devrim türkülerini
ve başkaldırmayı öğreten dudaklarını
bir kere olsun öpemeden
bir kere olsun tutamadan kaygısızca
serin bir yaz gecesi gibi ürperen ellerini
hatta boynunu ve ayak bileklerini
bilemeden bilemeden bilemeden
vurdum yüreğimi şanlı kavgaya
barışın ve özgürlüğün dağlarına yürüyorum işte

/yiğitsen uslandır beni
ey yasakların
kahpeliğin
ve soygunların koruyucusu
türkü çağıran kızlarımı sustur
ve kahraman oğullarımı,
mezar kaza kaza kederli, kızgın
tohum serpe serpe hünerli
ve sömürüle sömürüle bomboş
ve açlığın
ve zulmun izlerini
derin uçurumlarında taşıyan ellerimi
nacaklara ve tırpanlara sarılan ellerimi
mavzerlere sarılan ellerimi
zincirlere vur gücün yeterse.
ama adına yaşamak dersen
ot gibi, saman gibi yaşamak dersen
bir solucan gibi yerlerde sürünerek
ezilerek
horlanarak
sömürülerek
re-zil-ce

çatlayan tomurcuğun
doğan çocuğun çığlığını duymadan
gül benizli sevgilinin
titreyen göğüslerini öpmeden doyasıya
korka korka
yana yana
her gün biraz daha derinden
her gün biraz daha kapkara duyarak ölümü
aç ve arkasız
köpekleşerek
yaşamak dersen
bu yürek
çat diye çatlasın be!
gelgelelim parlayan güneşi
emekçi halkların
kahraman halkların güneşini
şehvetle içine dolduran toprak
şimdi sımsıcak
şimdi ulaşılmaz
şimdi olgun meyvalarla dolu
bahar bahçelerini salmaktadır dünyaya,
ve gül benizli sevgililerin dudaklarında hayat
bizi aşka ve kavgaya çağırmaktadır,
bıçak kemiğe dayandığı
ok yaydan fırladığı için değil
/bu bezirgan saltanatı
bu zulum bitsin diye

ağaran günler için
yeni bir dünya uğruna
yüzlerinde cesaretin onuru
ve imanlı gücü dövüşen dünyanın
emperyalizme karşı dövüşen dünyanın
ve ölüme
gülerek koşan genç savaşçıların
al bayrakları dalgalansın
dalgalansın dalgalansın
kinle boğuşan yorgun yüreği
aydınlansın diye anamın.
felaketler geçirmiş anamın
dişleri dökülmüş kederli ağzı
ağlamaya hazır gözleri
safrası
ve sonsuz
ve dağlar eriten sabrı,
merhameti
yani bir bütün halinde insanlığımız
yunsun, arınsın diye duru pınarlarda
alın terinin namusu kurtulsun diye
kurtulsun diye sıcak somun
acı soğan
ve çiçekli basmalar
ahdettik
vefa ettik
kelle koyduk
ölen ölür dostlar
düşmanlar heyy
kalan sağlar

Orhan KOTAN
1969-70

Sen Söylemeden De Biliyorum


Seziyorum ki kaçacaksın.
Yalvaramam koşamam
Ama sesini bırak bende
Biliyorum ki kopacaksın
Tutamam saçlarından
Ama kokunu bırak bende
Anlıyorum ki ayrılacaksın
Çok yıkkınım yıkılamam
Ama rengini bırak bende
Duyumsuyorum ki yiteceksin
En büyük acım olacak
Ama ısını bırak bende
Ayrımsıyorum ki unutacaksın
Acı kurşun bir okyanus
Ama tadını bırak bende
Nasıl olsa gideceksin
Hakkım yok durdurmaya
Ama kendini bırak bende

Aziz NESİN

SUSARAK


Güneş altında söylenmedik söz yokmuş...
Bu yüzden geceleri söylüyorum sevdiğimi...
Ne gece, ne gündüz yokmuş söylenmemiş söz...
Ben de söylenmişleri söylüyorum yeni biçimde...
Hiç bir biçim kalmamış dünyada denenmedik...
Ben de susuyorum sevgimi saklayıp içimde...
Duyuyorsun değil mi suskunluğumu nasıl haykırıyor...
Susarak sevgisini ilan eden çok var sevgilim...
Ama bir başka seven yok benim sustuğum biçimde...
*
Aziz NESİN

Gelincik


. - Designed by Posicionamiento Web | Bloggerized by GosuBlogger